İsrail’in Savaş Politikası ve Üçüncü Dünya Savaşı
Değerlendirmesi, Prof. Dr. Ayhan
Prof. Dr. Veysel Ayhan, İsmail Haniye’nin Filistin davasında
önemli bir lider olduğunu belirterek “İsrail 31 Temuz’da İran’ın başkenti
Tahran’da Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’ye karşı bir süikast
girişiminde bulundu. Saldırıda korumasıyla birlikte hayatını kaybeden İsmail
Haniye yalnızca Türkiye’de değil uluslararası kamuoyunda bilinen Filistin
davasının önemli liderleri arasında yer almaktaydı. İran dini lideri Ayetullah
Ali Hamaney “Haniye’nin intikamını almanın Tahran’ın görevi olduğunu söyledi.
İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezekşiyan Haniye’nin öldürülmesinin ardından “İran’ın
toprak bütünlüğünü, itibarını, onurunu koruyacağını ve terörist işgalcileri bu
korkak eylemden dolayı pişman edeceklerini” söyledi. Cumhurbaşkanı yemin
töreninin ardından Pezekşiyan Haniye ile bir görüşme gerçekleştirmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’da X hesabından yaptığı açıklamada “Hamas Siyasi Büro
Başkanı İsmail Heniye’ye yönelik Tahran’da gerçekleştirilen kalleş suikastı
şiddetle kınıyor ve lanetliyorum” ifadesini kullandıktan sonra İsrail
saldırganlığının son bulmasına yönelik olarak “Bunun için Türkiye olarak bütün
yolları denemeye, bütün kapıları zorlamaya ve Filistinli kardeşlerimizi tüm
imkanlarımızla, tüm gücümüzle desteklemeye devam edeceğiz” dedi. Netanyahu
yönetimi 30 Temmuz’da da Lübnan’ın başkenti Beyrut’tu Hizbullah’ın üst düzey
komutanlarından Fuad Şükrü hedef almıştı. İsrail’in İran ve Lübnan’da
düzenlediği saldırılar Netanyahu yönetiminin tüm Ortadoğu’yu savaşa
sürüklemekte kararlı olduğuna işaret etmektedir” dedi.
Erdoğan’ın caydırıcılık politikası
Ayhan değerlendirmesinde ” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
İsrail’in Gazze, Lübnan ve Tahran’daki saldırılarına yönelik yaptığı
açıklamalar bölgesel istikrar ve güvenlik arayışı içerisinde olan Ortadoğu
halkları açısından oldukça önemlidir. İsrail’in 7 Ekim’den sonra Gazze’de
yürüttüğü soykırım politikası sonucu yaklaşık 200 bin kişi yaşamını yitirirken
Netanyahu’nun savaşı Lübnan ve İran’a yayma girişimleri Ortadoğu halklarını ve
devletlerinin kaygılarını derinleştirmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı
açıklamada “Bugün gözünü Lübnan’a dikenlerin yarın pis ellerini başka yerlere
uzatmayacağının garantisi kim olabilir?” demişti. Nitekim bu açıklamadan
saatler sonra İsrail önce Lübnan ardından da Tahran’da askeri operasyonlar
gerçekleştirdi. İsrail’in bölgesinde istilacı bir politika izlediğini ifade
eden Erdoğan ‘Bölgemizde güvenliğini, saldırganlıkta, katliam ve toprak
gaspında arayan yegane ülke İsrail’dir’ ” ifadelerine yer verdi.
Ayhan : Türkiye İsrail’in saldırılarında tepkisini ortaya
koydu
Ayhan ” Cumhurbaşkanı Erdoğan 28 Temmuz’da yaptığı bir
açıklamada İsrail saldırganlığının durdurulmasına yönelik olarak “Biz nasıl
Karabağ’a girdiysek, nasıl Libya’ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da
yaparız. Yapmamak için hiçbir şey yok” demişti. Nitekim Haniye’nin
öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamada da Türkiye olarak İsrail
saldırganlığının durdurulması için bütün yolları deneyeceklerini ifade etmişti.
İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerine X
hesabından yaptığı açıklamada ise “Erdoğan, Saddam Hüseyin’in yolundan gidiyor
ve İsrail’e saldırı düzenleme tehdidinde bulunuyor. (Erdoğan) orada (Irak’ta)
ne olduğunu ve bunun nasıl bittiğini hatırlamalı” dedi. Türkiye Dışişleri
Bakanlığı Katz’ın açıklamasını X hesabından yaptığı açıklamayla sert bir dille
eleştirmiş ve “Soykırımcı Hitler’in sonu nasıl olduysa, soykırımcı
Netanyahu’nun sonu da öyle olacak. Soykırımcı Naziler nasıl hesap verdiyse,
Filistinlileri yok etmeye çalışanlar da öyle hesap verecek. İnsanlık, Filistinlilerin
yanında duracak. Filistinlileri yok edemeyeceksiniz” ifadelerine yer vermişti.
Bu bağlamda Türkiye’nin İsrail’e yönelik eleştirilerinde Filistin’e yönelik
uygulanan soykırım politikalarına yönelik yapılan eleştirilerin yanı sıra
İsrail’in Lübnan başta olmak üzere savaşı bölgesel düzeyde yayma girişimlerine
yönelik tepkisini de ortaya koymaktaydı. Dolayısıyla iki ülke ilişkilerinde
Gazze’deki soykırım politikalarından kaynaklı yaşanan gerginlik, karşılıklı
sert açıklamaların ardından yerini çatışmacı bir politikaya bırakmıştır”
açıklamasında bulundu.
Ayhan’dan İsrail savaş politikası değerlendirmesi
Prof. Dr. Veysel Ayhan, İsrail’in savaş yayma ve
caydırıcılık politikasını şu sözlerle değerlendirdi:
“İsrail’in Gazze saldırıları sonrası çatışmalar sınırlı
düzeyde de olsa Lübnan-İsrail sınırında yaşanmaya başlanmıştı. Karşılıklı
saldırılar sonucunda her iki taraftan binlerce kişi zorunlu olarak bölgeyi terk
etmişti. Sınırdaki gerginlik 27 Temmuz’da Dürzi kasabası olan ve İsrail’in
işgali altında bulunan Golan Tepeleri’ndeki Mecdel Şems’e düzenlenen saldırının
ardından tırmanmıştı. Saldırıda çoğu çocuk olmak üzere 12 kişi yaşamını
yitirmiş ve 30 kişi de yaralanmıştı. Dürzi liderler ve Hizbullah yönetimi saldırılardan
İsrail’i sorumlu tutmuştu. Saldırının ardından İsrail tarafından Lübnan’a
yönelik kapsamlı askeri operasyon söylemi üst düzeyde gündeme geldi. İsrail
Savunma Bakanı Yoav Gallant, İsrail misillemesinin Hizbullah’ın beklediğinden
daha sert olacağını ifade ederken, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ise Hizbullah
Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın öldürülmesi çağrısında bulunmuştu. Nitekim
Golan’daki saldırının ardından İsrail’in Beyrut dahil Şiilerin yoğun yaşadığı
yerleşim birimlerine sınırlı sayıda hava saldırısı düzenledi. İsrail
saldırılarına cevap olarak Hizbullah’da İsrail’e insansız hava araçları ile
karşı saldırılar düzenledi. Özellikle Beyrut’da Hizbullah liderlerine yönelik
düzenlenen hava saldırıları sonrası Beyrut sokaklarında İsrail’e karşı topyekün
savaş açılması yönünde gösteriler düzenlendi. İsrail-Hizbullah çatışması bir
kez daha Lübnan’ın istikrar ve güvenlik arayışlarının Filistin meselesinden
bağımsız olmadığını ortaya koymuştur.
İsrail’in Lübnan’ı İşgal Girişimi
Bu bağlamda başta Lübnan olmak üzere Ortadoğu’nun istikrarı
Filistin meselesinin siyasi çözümü ile doğrudan ilişkilidir. Ancak Lübnan
özelinde irdelendiğinde 1967 Savaşı öncesi mezhepsel denge ve istikrar arayışı
içinde olan Beyrut’un, 1967 Savaşı sonrası Filistin meselesinden kaynaklı
istikrarsızlığın içerisine sürüklendiğini not etmek gerekir. 1962-1982 arası
dönemde Filistinli mülteciler ve FKÖ’nün askeri operasyonları doğrudan
Lübnan-İsrail ilişkilerini belirlemekteydi. İsrail’in 1978’de sınırlı Lübnan işgali
iki taraf arasındaki çatışmaları derinleştirdi. 14 Mart 1978 günü 20 binden
fazla asker ile kara, hava ve denizden Lübnan’ı işgal eden İsrail kısa sürede
“Tarihi İsrail” toprakları olarak gördüğü Litani nehrine kadar olan toprakları
ele geçirmişti. İşgal ile birlikte FKÖ militanları Litani nehrinin kuzeyine
çekilmiş, fakat Lübnan’da kalmaya devam etmişlerdi İsrail daha sonra 1982
yılında Lübnan’a kapsamlı bir işgal operasyonu gerçekleştirdi. 6 Haziran
1982’de 90 bin kişilik İsrail kuvvetleri Lübnan topraklarını işgal
operasyonunun birinci aşamasını başlattı. BM kuvvetlerini aşan İsrail
birliklerinin öncelikli hedefi 40 km’lik alanda “güvenli bölge” oluşturmaktı.
Daha sonra İsrail birlikleri Beyrut’a kadan olan bölgesi işgal etmişlerdi. 1985
tarihinde İsrail’de Güney Lübnan’da oluşturulacak güvenlik şeridine çekilmesi
yönünde karar alması ile İsrail birlikleri Litani nehrine kadar geri çekilerek
bu bölgeyi 2000’lerin başına kadar işgal altında tutmaya devam etti. İsrail’in
güvenli bölge oluşturma politikası Şiilerin direnişi sonucu her geçen gün
güvensiz bir bölge olma yolunda ilerliyordu. İşgal döneminde İsrail FKÖ’nün
Lübnan’daki tüm askeri faaliyetlerini sonlandırmayı başarmıştı. Öte yandan
İsrail işgaline karşı askeri operasayonlar başlatan Şii gruplar ise İran ve
Suriye desteğiyle kısa sürede önemli bir direniş örgütü olmayı başarmışlardı.
İşgale karşı bir direniş örgütü olarak doğan Hizbullah zamanla tüm Lübnanlı
grupların desteğini arkasına aldı. 2000’lerin başına gelindeğinde Hizbullah
güçleri İsrail işgal güçlerini Lübnan topraklarından çıkartmayı başarmıştı
2006 yılına gelindiğinde ise İsrail’in Gazze’deki sivillere
yönelik saldırılarına bir tepki olarak Hizbullah güçleri, 12 Temmuz 2006
tarihinde kuzey İsrail sınırındaki askeri birliklere saldırı düzenlemiştir.
Saldırıda 8 İsrail askeri öldürülmüş ve 2 asker de esir alınmıştır. Sınırdaki
çatışmaların ardından İsrail hükümeti saldırılardan Lübnan devletini sorumlu
tuttuğunu açıklamış ve Lübnan’a savaş ilan etmişti. İsrail saldırılarında
Hizbullah güçlerinin yanı sıra Lübnan’ın üst ve alt yapısıda da hedef alınmıştı.
34 İsrail hava kuvvetleri 34 gün süren yoğun bombardımanı sonucunda Beyrut’ta
ve çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu köy ve kasabalarda 1000’den fazla sivil
hayatını kaybetmişti. Saldırılarda okullar, köprüler, hastaneler, yollar ve
televizyon/radyo istasyonları hedef alınmıştı. Lübnan hükûmeti, İsrail
saldırıları sonrası oluşan maddi kaybın yaklaşık 2.5 milyar dolar civarında
olduğunu açıklamıştı.
Türkiye’nin Lübnan İşgaline Yönelik Tepkisi ve Türk
Askerinin Lübnan’a Gönderilmesi
2006’da İsrail saldırılarının sürdüğü günlerde Başbakan
Erdoğan yaptığı bir açıklamada İsrail’in Lübnan’da yaptıklarının orantısız güç
kullanımı olduğunu, kadınlarla, çocukların göz göre göre öldürüldüğünü
belirterek “hiçbir gerekçe, bu yapılanı masum gösteremez. Şahit olduğumuz bu
savaş hiçbir şekilde meşru olarak kabul edilemez ve müdafaa edilemez. Bu adil
olmayan bir savaştır ve galibi olmayacaktır. Bu, nefret tohumları eken ve
radikalizme götüren bir savaştır. Küresel bir yangının, büyük bir felaketin bizleri
beklediğini söylemek kehanet olmayacaktır” ifadeleri kullanmıştı. Nitekim,
Savaştın sürdüğü günlerde BM Güvenlik Konseyi (BMGK)’nin 11 Ağustos 2006
tarihli kararı gereği Lübnan’da barışın tesisi ve sürdürülmesi amacıyla
uluslararası bir güvenlik gücü oluşturulmasına karar verilmesinin ardından
Türkiye, barış gücüne askeri destek vereceğini açıklamıştır. Dönemin Lübnan
Başbakanı Sinyora, İsrail saldırılarının sürdüğü 2006 yazında kendisiyle
görüşen Erdoğan’a, “”Sizlere güveniyoruz. Lübnan’a sahip çıkacağınıza
inanıyoruz. Batı ve bölge ülkeleri nezdindeki çabalarınızdan sonuç alınacağına
inanıyoruz’” diyerek Türkiye’nin aktif çabalarını destekledikleri ifade
etmişti.
Eylül 2006 tarihinde TBMM’de Lübnan’a asker gönderilmesini öngören Tezkere
kararının tartışıldığı günlerde Başbakan Erdoğan açıkça Türkiye’nin Lübnan
krizi karşısında sessiz kalamayacağını ifade etmişti. Türkiye’nin Lübnan’a
asker göndermesi kararını destekleyen AK Parti hükümeti, Lübnan’daki istikrara
katkı sağlamanın “tarihi” sorumlulukları olduğunun altını çizmekteydi. Dönemin
Başbakanı Erdoğan asker gönderme kararına yönelik olarak “’Bunu bir insani
görev, bölgedeki hukukun bir gereği olarak, tarihi bir sorumluluk olarak
üstleniyor ve olaya böyle bakıyoruz” ifadesini kullanmıştı. TBMM’nin 5 Eylül’de
Lübnan’a asker gönderme Tezkeresi’ni kabul etmesinin ardından Türkiye, UNIFIL
Kara Harekatı kapsamında, 20 Ekim 2006 tarihinden beri Şiilerin yaşadığı ve
Hizbullah’ın güçlü olduğu Sur şehrinin yaklaşık 8 km. doğusunda yer alan Eş
Şaatiye’de bir kara gücü ve UNIFIL Deniz Görev Kuvveti kapsamında da 15 Ekim
2007 tarihinden itibaren 45 günlük periyotlarla birer firkateyn
görevlendirmişti. Bunların yanı sıra 17 Mart 2007 tarihinden itibaren bir
Denizde İkmal Gemisi ile 25 Nisan 2007 tarihinden itibaren iki korvet UNIFIL
Deniz Görev Kuvveti emrine tahsis etmişti. 237 asker ve 24 sivil personel olmak
üzere 261 personelin görev yaptığı Türk İstihkam İnşaat Birliğinde görev alan
birlikler Şii toplumuyla iyi ilişkiler geliştirmiştir.
Bölgesel Savaşın Engellenmesine Yönelik Türkiye’nin Aktif
Çaydırıclık Politikası
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Temmuz 20024 tarihinde yaptığı
açıklamaları Türkiye’nin Ortadoğu politikasından bağımsız değerlendirmemek
gerekir. Lübnan’a yönelik İsrail saldırganlığının durdurulmasına dönük
Türkiye’nin politikalarına yönelik dönemin Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı
Abdel Fattah Amora yaptığı açıklamada “Türkiye bizim için oldukça önemli bir
ülkedir. Türkiye aynı zamanda hem Suriye hem de Lübnan’ın hassasiyetlerini
bilen bir ülkedir. Türkiye’nin her geçen zaman daha fazla bir şekilde bölgesel
bir güç olduğunu görmekteyiz. Bölgedeki hiçbir güç Türkiye’yi göz ardı edemez”.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları hem savaşın bölgesel
çatışmaya evrilmesini engelleme hem de Türkiye-Suriye ilişkilerinde güven
artıcı yansımaları olacağı açıktır.
Tüm bunlarla birlikte ABD’nin seçim sürecine girdiği bir dönemde İsrail’in
Filistinle birlikte Lübnan ve ardından Suriye’ye yönelik kapsamlı bir savaşa
yönelme amacını göz ardı etmemek gerekir. Bu durumda Türkiye’nin yanı başında
yaşanan çatışmalara seyirci kalması da beklemek gerçekçi değildir. İsrail
saldırganlığı aynı zamanda bölgedeki Sünni ülkelerde de ciddi kamuoyu
tepkisinin oluşmasına yol açmıştır. Arap liderlerinin pasif tutumları
kamuoylarının tepkisine yol açmaktadır. Bu durum bölgemizde ikinci bir Arap
Baharının tetiklenmesini tartışmalarını da beraberinde getirmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın caydırıcı söylemleri Arap ülkelerinin de istikrarına
katkı sağlamaktadır. Nitekim Türkiye’nin bölgede bir İsrail oldu bittisine rıza
göstermeyeceği de açıktır.
Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları Ortadoğu’nun istikrar ve
güvenlik arayışının bir sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. İsrail’in Batı
ülkelerinden aldığı desteğe karşın bölge ülkelerinin tepkisini en üst seviyede
dile getirmesi İsrail saldırganlığının durdurulmasında hayati bir öneme
sahiptir. Bölge barışının inşasına yönelik Türkiye’nin izlediği politikalar
çatışmanın derinleştirilmesini engelleme yönelik olmakla birlikte Netanyahu
yönetiminin tüm kırmızı çizgileri aşma yönünde adım adım ilerlediğini not etmek
gerekir”
Prof. Dr. Veysel Ayhan
*Yazı ilk defa burada yayınlanmıştır.